ÖYKÜLER (BAŞARININ ÖZÜ SEVGİ)
“Nerdesin kardeşim, her yerde seni aradım. İnsan gideceği yeri söylemez mi, böyle bir işe başlamışken dikkatli olmamız gerektiğini önceden konuşmuştuk üstelik. Ne o durgunsun, bir şey mi oldu yoksa, aa sen ağlamışsın gözlerinin yaşı kurumamış daha?” “Yoo bi şey yok, ağlamayı da nereden çıkardın, dalmışım biraz. Az önce beraberdik, beklemiyordum hemen aranacağımı.” Mustafa ile Harun ertesi gün kurulacak pazarda kuru üzümü sattıktan sonra ellerine geçen parayı birleştirerek, yeni piyasaya sürülen “vita” marka yağdan alıp köylerinde satmak için anlaşmışlardı. Bir yıl çalış, ürün istediğin şekilde olsun olmasın, sat emeğinin karşılığını belki alırsın! Sonra yeni sene için umutla bekle. “İş mi bu” diyordu Harun . “Çok çalışmamız gerekiyor ama genciz biz. Üstelik boş zamanlarımız da oluyor. Senin de benim de birer çocuğumuz var. Allah verirse devamı da gelecek. O eski Mustafa, Harun değiliz artık. Öyle bir sorumluluğun altındayız ki, gün geçtikçe çoğalan, emek, dikkat, çalışkanlık isteyen bir şey. Kahvede oturmayı, taş dizmeyi de biliriz biz. Ancak iş hiç de öyle değil. Birbirimizi iyi tanıyan iki arkadaş olarak bunları söylerken şu kadar itirazın olmadığını adım gibi biliyorum. Biz sıradan, sorumsuz, gamsız insanlardan değiliz Mustafa. Bu işi de, zamanın gerektireceği işleri de evvel Allah başarı ile yürüteceğiz. Ben senden eminim ve güveniyorum. Bu konuda senin benim hakkımdaki düşüncelerini de biliyorum. Haydi şimdi evlerimize gidelim de hazırlıklarımızı yapalım.” Mustafa, Harun’u dinler dinlemez bir noktada gönderdikten sonra, onu bulduğu yere gelerek, Erciyes’e karşı dönük pozisyonuna döndü ve geçmişin, onun hiçbir zaman aklından çıkaramadığı günlerine yeniden gitti. “babası o küçükken ölmüştü. Gölge şeklinde de olsa şu kadar hatırlamıyordu. Fotoğrafı da yoktu. Vardı ama belli belirsiz siyah beyaz bir vesikalık. Yüz şeklini seçemediğinden annesine sorardı hatlarını. Kaç kez sorduğunu unutmuştu. Annesi de her soruşunda usanmadan anlatırdı… Özellikle öğleden sonraları oyun arkadaşlarından duyduğu o ses mıh gibi saplanırdı beyninin taa ortasına; “baba.” Babasına doğru hızla koşan, kucaklayan, uzaktan el sallayan baba oğul görüntüleri bir an bile aklından çıkmazdı. Komşuları Osman amca başını okşardı zaman zaman. Kucağına alır konuşurdu. Mahallede en çok sevdiği ve görmek istediği insandı o. En çok da kucağına aldığı zamanlarda boynuna sarılıp “baba” demeyi ne çok istemişti. Hatta bir keresinde tam ağzından döküleceği esnada zor tutmuştu kendisini. Aynı gün annesine sormuş, “Anne, Osman amcama baba diyebilir miyim” diye. Sabırsızlıkla yanıtını beklemişti. “Hayır” demişti annesi. Biraz kızgın bir sesle, “Baban üzülür yoksa” demişti. “Babam üzülür mü?” Dediğini hatırlıyor, öylece kaldığını unutmuyordu. Bir daha da birisine “baba” deme özlemini hiç yaşamadı. Zaaflarını, özlemlerini bastırarak umuda sarıldığı yıllarda ağlama gereksinmesini nedense hiç duymadı. Yaşı bir hayli ilerleyen annesinin sık sık yinelediği “mürüvvetini ne zaman göreceğim oğlum” isteğine gelinceye kadar ruhunda toplanan birikimlerdi Harun’un gördüğü gözyaşları. Onun kabahati değildi somurtkan hali, gülmeyen yüzü… Gözlerinin dolduğunu hissettiği anda eve gitmek, Pazar hazırlıklarını yapmak geldi aklına. * * * Oyunlaştırmıştı Nazlı babasına sarılmayı. Sedirde, iki duvarın birleştiği yerde buluşan köşe yastıklarına yaslanmış, biricik kızı da iki kolları arasına sıkıştırdığı babasının yüzünü öpüp duruyor, az sonra da kahkahalı gülücüklerin birbirine karıştığı kucaklama faslı yeniden başlıyordu. Mustafa’nın en mutlu anıydı bu an. Yaşadıklarının benzer biçimde Kızı ile sık sık tekrarlanmasına hiç tepki göstermez, “öff yeter artık” demezdi. Kolların boynuna sarıldığı anda hayalleri geçmişe yolculuğa çıkar, kucaklama özlemi duyduğu babasız günleri anımsardı. Yüzü gülmeyen dedikleri Mustafa’nın kahkahalarına tanık olan eşi, hızlı hızlı ördüğü örgüsünden başını kaldırarak sessiz gülücüklerle onlara katılırdı. Öbür köşede oturan anacığının da bir an bile gözünü ayırmadan onları izlemesine, keyfine diyecek yok sözüyle tanımlama yapılabilirdi. Ayşe’nin Boş zamanlarının meşguliyeti örgü örmekti. Her fırsatta elinde yün çorap, iç kazak, artık ne örmek istemişse bitirinceye kadar, rahat edemezdi. Yemek, bulaşık v.b. zorunlu işler dışında onu bir şey örerken görebilirdiniz. Bağımlılık, tutku gibi bir şey olmuştu, örmek. Çok acıktınız ve en sevdiğiniz yemek önünüzde, sizi çok sevindiren bir haberin duygusal etkisini yaşıyorsunuz, biricik yavrunuzun mutlu mutlu gülerek size bakışını izlemektesiniz. İşte bu olayların belki de daha üzerinde yaşadığı bir duyguyu tattıran uğraş idi onun için örmek. Elleri kıpır kıpır oynarken taa uzaklara gidiyordu duyguları. Doğduğunda, mavi bunun gözleri demişlerdi. Sonra büyüdükçe dönüştü, yeşilde kaldı. Sapsarı saçları biraz koyulaştı, açık kumralda karar kıldı. Bir bakanın bir daha baktığı cıvıl cıvıl bir çocuktu Ayşe. Adına “kız” sözcüğünü sonradan eklemişlerdi; “Ayşe Kız” olmuştu adı. Herkes beğenmişti yeni adını. Sevimli kılmıştı, Ayşecik dermiş gibi bir çağrışım yapıyordu. Ve çok geçmeden yeni adıyla çağırılmaya başlandı… Sevgi ile dopdolu, herkesin ilgisinin üzerinde olduğu bir çocukluk dönemini yaşadı Ayşe kız. İlk kez birisine karşı duygularının yoğunlaştığını anladığında 16 yaşındaydı. Mahallenin en yakışıklı, bütün genç kızların gözlerinin üzerinde olduğu delikanlısı Fahri’ye karşı bambaşka, yüreğini kıpır kıpır eden duygularla, uzun süre kimseye belli etmemeye çalışarak çok ilgilendi. Uykularının kaçtığı, sabahlara kadar uyuyamadığı çok gece yaşadı. Aslında mahallenin en yakışıklısı ile en güzelini birbirine yakıştıranlar yok değildi ama, böyle hassas konularda ileri çıkmaya cesaret edememiş olmalılar ki, bir girişim duyulmadı, görülmedi. Ya da Ayşe’nin yaşı küçük diye düşünülüyordu. Ayşe Kız duygularını belli etmeden Fahri’nin dikkatini çekmek için çok uğraştı ama fazlaca göze batmayan hareketler olduğu için kaybolup gittiler. Nihayetinde bir gün göz göze gelmişler, Fahri’nin gülümsediğini gören Ayşe koşar adım uzaklaşarak evlerine kendisini zor atmıştı. Günler böyle heyecanlı duygularla akıp giderken, Fahri’nin mahallede başka bir kızla adı çıkmış, tesadüfen karşılaştıklarında Ayşe Kız’ın farkına bile varmamış, görmezlikten gelmişti. Ayşe Kız acılarını yine kendisinde kalacak şekilde çekerek, zamanla unutma yolunu seçti. * * * Harun ile Mustafa kahvede bir masada karşılıklı oturmuş konuşuyorlardı. “Vita yağının yanına paket bisküvileri de koydum. İkisi birden daha çok ilgi çekiyor ama beklediğim satış gerçekleşmiyor. Bu işten de iş çıkmayacağını biliyorum. En iyisi büyük yerlere gitmek, büyük balık yakalamak.” “ Büyük balık mı dedin? Derdin ne senin kardeşim?” “Derdim şu, satıp savıp bu köyden gitmek. “Gitmek mi, sen ne diyorsun arkadaş, büyük yerde ne yaparız biz?” “Ne yapmayız ki, her şey. Geçimin sadece bir yıl gözüne baktığın bu toprakta olduğunu mu sanıyorsun?” “Söylediklerin ciddi şeyler Harun, hayat memat meselesi bu.” “ Ben kafama koydum Mustafa. Senin aklına da düşüreyim de bakarsın lazım olur dedim.” Harun son sözünden sonra masadan ayrılmış, arkasından bakan arkadaşına el sallayarak uzaklaşmıştı. * * * Çapa omzunda bağdan dönüş yolu üzerinde önünü kesmişti Osman Amca. Kolundan tutup biraz konuşalım demiş, söve tipi bir taşın üzerine oturmuşlardı. Osman Amca’sına saygısından bir şey kaybetmeyen Mustafa itiraz etmeden takip etmişti onu. Hal hatır sorduktan sonra vakit kaybetmek istemezmiş gibi sorusunu sormuştu; “Mustafa, seni ne zaman evlendireceğiz?..” Şaşırmıştı Mustafa, hiç beklemediği bir soruydu bu. “Şey, Osman amca… Ben… bilmem ki,” gibi şaşkınlık ifade eden sözcükler dökülmüştü ağzından. “Şimdi beni iyi dinle ve söylediklerime itiraz etme! Sen babasız büyümene karşın köyde iyi olarak değerlendirilen bir delikanlısın. Kim, kime sorsa hakkında olumlu konuşulacağı kesin olan birisin. Sana yardımcı olmak da biz büyüklere düşer. Evlenme vaktin de geldi artık. Annenin de aynı düşüncede olduğunu biliyorum. Onun için önerilerime kulak ver, biz senin iyiliğini kendi evladımızmışsın gibi düşünüyoruz.” “Siz bilirsiniz” demişti Mustafa. “Aferin oğlum, bak akıllılığını burada da belli ettin. Merak etmiyor musun senin için hangi kızımızı uygun gördüğümüzü?” Mustafa kafasını kaldırıp Osman Amca’sına bakmış, küçük bir duraklamadan sonra, başını önüne yeniden eğmişti. Arkasından da duyulur duyulmaz bir sesle, “kimmiş” sorusu çıktı ağzından. “Ayşe, Ayşe Kız” dedi Osman Amca.” Mustafa kafasını kaldırdı, kaldırır kaldırmaz da biraz geri çekildi. Kaşlarını çatmış, soğuk bakışlı bir tavır almıştı. Osman Amca, “Ne o, n’oluyor sana?” diyebildi. “Neden hayret edici, olumsuz bir tavır içerisindesin, Ayşe’yi istemez misin yoksa?” “Başka birisi zannetmiştim, Ayşe Kız hiç aklıma gelmedi.” “Neden gelmedi, Ayşe bu mahallenin kızı değil mi?” “Kızı ama başka birisini bulamaz mısınız?” “Ne demek başkası Mustafa. Sana en güzel kızı, en iyi ailenin kızını öneriyorum. Senin dediğine bak! Peki neden Ayşe değil? Şimdi ben sana sorayım?” “Ben ne diyeyim Osman Amca, ondan başka kız yok mu? “Var, olmaz mı? Senin için köyün en zengininin kızına dünür gidebilirim, hem de gururla yaparım bunu. Ben sana birini öneriyorsam en az senin kadar değerli olduğu içindir. Bak şimdi alındım vallahi, hem nesi varmış Ayşe’nin açıklamak zorundasın, yoksa hatırım kalır, çok üzülürüm. Haydi açıkla bakim, nedir o kızı istememenin nedeni?” “Şey… Nedeni, benimle ilgili, beni isteyecek mi bakalım. İsteyeni yok muymuş onun, ne bileyim gönül koyduğu filan birisi?” “ Evladım nereden çıkartıyorsun bütün bunları. Herhalde olurlarını alarak geldik sana. Başka türlü olabilir mi?” “Şey… Osman Amca çok hassas, hassas olduğu kadar önemli bir konu bu. Ben çekincemi ortaya koymak zorundayım.” “ Neymiş çekincen, söyle bakim bu konudaki her şeyi konuşursak iyi olur. Sen diyorsun hassas bir konu diye.” “Ayşe kız hakkında yapacağım bir hata büyük bir hata olacaktır. Siz bile affetmeyebilirsiniz beni.” “Allah Allah… yav ne diyor bu çocuk? Lütfen çekinme! Bu konu ile ilgili her şeyi çekinmeden konuşabilirsin.” “ Osman Amca.. Yerinize başka birisi olsaydı işi burada bırakırdım ama size yapamam bunu. Aramızda kalacağına emin olduğum için söylüyorum… Şeey… Fahri ile ilgili söyleyeceklerim!” “Hay Allah şoo mesele. Fahri ile adını çıkartmışlardı, onu diyeceksin… Değil mi?” “Evet Amca.” “Evladım kimin kiminle adı çıkmadı ki, Her genci bir başkasına yakıştırmak insanların sürekli yaptığı işlerden. Ayşe işi de bunlardan birisi. Seninle ilişkilendirilen genç kız yok mu? Vaar. Peki, sadece bir dedikodu yüzünden seninle evlenemeyecekse evde mi kalacak. Eş bulamayacak mı kendisine? Saçmalama Mustafa, Ayşe ile Fahri işi de böyle. Aslı yok arası yok. Öyle olmasaydı Osman Amcan aracı olmazdı. Bu derece tanıyoruz birbirimizi. Öyle değil mi yoksa?” “ Öyle amca.” “Peki, son sözün ne?” “ Siz bilirsiniz amcacığım. Beni yanlış anlamayın lütfen.” “ Anlamam, anlamam. Annenle de konuşacağım bu konuyu. Hadi bakalım, işimiz rast gelsin!” * * * Dünürlük işleri, alım satım için çarşıya çıkışlar, her türlü işlem karşılıklı anlayış çerçevesinde gerçekleşmiş, Mustafa ile Ayşe Kız sözlenmişlerdi. Ailelerin, işi uzatmadan bir an önce düzen kurup düğün merasiminin yapılması için anlaşmaları ile haftanın ilk gününde Mustafaların damına kırmızı beyaz Türk Bayrağı dikildi. Üç gün süre ile bütün köy halkının ziyaret etmeyi ihmal etmediği çalgılı, çağrılı uzun süre konuşulacak bir düğünün sonunda Mustafa ile Ayşe kız aile birliğini kurmuşlardı. Mustafa’nın başlangıç günlerinde takındığı somurtkan, gülmez, mutsuzmuş gibi bir kanı uyandıran hali, hele hele bir kız çocuğu da dünyaya geldikten sonra iyice dağılmış, karı koca el ele vererek yaşam savaşımına iyi bir başlangıç yaptıklarına herkesi inandırmışlardı. Yeşil gözleri, sarı saçları, Boyu posu, endamı ve sevimliliği ile en azından köyde çok konuşulan Ayşe Kız, evlendikten sonra ailesi ve işlerine düşkünlüğü ile de dillere düşmüş, hakkında her konuşulan konu gelip, Mustafa’nın sonunda yüzü güldü değerlendirmesine bağlanmıştı. Üzerine düşen her işi içe sindiren bir biçimde şevk ve neşe ile yerine getirirken, çocuğu ve eşine düşkünlüğü de her konum ve davranışında belli olur, kocasının Ayşe sevgisini gün geçtikçe pekiştirirdi. Fiziği ile duygusal yapısı bu şekilde uyumlu insan az bulunur dense yeriydi. En öne çıkan özelliği ise özverisiydi. Onun için kendisi yok ailesi vardı. Hiçbir hareketinde yapmacık bir tavır yok, doğal hali budur denilse de, geleceğe ilişkin yaşamın içerisinde nasıl bir Ayşe kızın yer alacağını ta o zaman; Fahri’nin yok sayan bakışından kaçarak uzaklaştığında kendisi belirlemişti. Mustafa, yaşamın her dakika eşinin bir güzel yanını öğreterek akıp geçtiğinin, yüreğinde yaşama sevincinin katmerlendiğinin, kendisi için değil ama ailesi için yapılabilecekleri düşünmekle meşgul olduğunun farkındaydı. Duygularında özlemle istediği mutluluğu her an evde ve iş yerinde yaşamak ise en büyük mutluluktu. Akşamları kahveye çıkmayı unutmuştu. Gündüzleri ise bağ bahçe işleri zaten ailesi ile yürütülüyordu. Canını sıkan bir konu vardı o da, geçim sıkıntısı idi. Ne kadar çalışsalar bu mülk, istediği yaşam standardını sağlamayacaktı. Can parelerinin özlediği her şeyi, hiç olmazsa belli bir düzeyde karşılamanın sorumluluğu üzerindeydi. Sıcak, doyumlu ruh halini karartan, zaman zaman canını sıkan tek konuydu bu. Harun haklı belki de diyordu! * * * Mustafa, Ara sıra uğradığı, Harun’un olmadığı kahvede fazla bir süre oyalanmadan eve dönerken, PTT dağıtıcısı eline bir mektup tutturmuş, “Harun göndermiş” demeyi de ihmal etmemişti. Biricik arkadaşının mektup göndermesi, Ankara’ya gittikten sonra ki, özellikle yaşadıklarını merak etmesi açısından heyecanlandırmıştı onu. Ayşe ile sedire yan yana oturmuşlar, Mustafa okumuştu. Mektup ikisinin de merakını dağıtmıştı. Bağ bahçesini satıp memleketten ayrılmasının üzerinden birkaç ay geçmiş, o günden beri de doğru kaynaklı bir haber alamamışlardı. İyilik haberleri veriyordu Harun. İşlerini yavaş yavaş yoluna koyduğundan, Ankara’ya daha önce gelmediği için pişman olduğundan, koşullar ne olursa olsun köy yaşamı ile karşılaştırılmasının olanaksızlığından bahsediyordu. Hepsinden önemlisi onların da mutlaka göç etmelerinin hem kendileri hem de çocuk için gerekli olduğunu vurguluyordu. Bu satırların okunması sırasında Mustafa okumaya ara vermiş, konuşmadan bir süre göz göze gelmişlerdi. Ogün ve sonraki günlerde Mustafa, Ayşe Kız’ın bu konudaki düşüncelerini merak etmiş, her konu açıldığında görüşünü bildirmesini beklemişti. Ayşe çok istiyordu ama Mustafa’nın olası bir farklı görüşüne ters düşmemek için görüş bildirmemişti. Bu konu ikisi için de bir akşam Nazlı’nın annesine yönelttiği soru ile aydınlığa kavuştu; “anne Ankara’ya gidecek miyiz? “Demişti Nazlı. “Ne Ankara’sı kızım, hem sen nereden duydun bunu?” “Harun Amcam yazmıştı ya. Hıı anne gidecek miyiz? “Peki sen istiyor musun gitmemizi?” “Tabi isterim.” “Neden istiyorsun, ne varmış Ankara’da?” “Arkadaşlarım ağabeylerinden duymuş. Tren varmış, çok araba varmış. Gidelim mi anne?” “Gidelim kızım ama baban ne diyor bu konuda, sordun mu?” Nazlı babasına dönerek, “gider miyiz baba?” demişti. “Gideriz,” dedi babası. “Madem istiyorsunuz “gideriz kızım” demişti.” Ama önce bağlarımızı satmamız gerek, öyle gidelim demekle olmaz, epey bir zaman alabilir.” Mustafa’nın bu yanıtına çok sevindi Nazlı. * * * “Bir kere Mustafa’nın bağı. Titiz ve çalışkan çocuk. Onun baktığı mülk kötü olmaz. Mevkileri de iyi.” Bağları almaya niyetlenenler bu çerçevede konuşmalarla değerlendiriyorlardı Mustafa’nın satılığa çıkardığı bağları. Aradan fazla bir zaman geçmeden söylediği fiyat üzerinden, pazarlık filan yapmadan almışlardı. Aile olarak satış şekline hayret ettiler. Hatta, ucuz mu söyledim diye eşine karşı suçlanmıştı Mustafa. Sonradan, satıştan cayması halinde daha fazla ödeme yapabilecekleri şeklinde aldığı tekliflere soğuk bakmış, “satıldı bağlar” yanıtını vermişti. Ertesi gün Mustafa, köye yakın bağının uç kısmında, iki eli de ceketinin cebinde, kıpırdamadan dururken görüldü. Çubukları, görebildiği kadar tek tek incelemekteydi. Yem yeşil sağlıklı yaprakların alt kısmında birbirini kapatacak şekilde dizilmiş siyah salkımlara tekrar tekrar bakarken, bir daha göremeyeceği, çok istese bile gelemeyeceği duygusu, sık aralıklarla yutkunmasına, göz pınarlarından yanakları üzerinde soğuk bir geçişin çenesine kadar üşüterek ilerlemesine neden olmuştu. “çubukların tamamı ve son bir avuç toprağına kadar hepsi farkındaydı olanların” diye geçirdi içerisinden. “Kızgındılar ona karşı.” “terk ediyorsun bizi dedikleri hallerinden belliydi.” Mustafa emindi buna. Enine boyuna bir kez daha baktı tüm çubuklara, gördüklerini resim gibi kaydetti beynine. Bu manzarayı hiç unutmayacaktı. Ankara ile köy arasında gidip gelen mektupların sayısını unutmuşlar, küçük de olsa her hareketten heyecan duyar olmuşlardı. Akşamları konuşulan tek konu buydu. Her ikisi de kendisini bağlayan Ankara’daki yaşama ilişkin hayallerini, sorumluluklarını, özlemlerini dile getiriyor, eşinin onayını bekliyordu. “Mustafa!” Diyordu Ayşe. “Diyorum ki, yarın şehre gidelim, bir sürü çocuk kitapları alalım, ben her fırsatta onları okuyayım Nazlı’ya?” “Olur” demişti kocası, hem de sevinmişti eşinin bu önerisine. Ertesi gün üç kişilik aile, şehrin tek kitap evi olan geniş dükkanda kitapları incelerken görüldü. Epey bir kitap almışlardı. O arada Mustafa’da almak için seçtiği kitabı Ayşe’ye gösterdi. İkisi de güldüler. “Adabı Muaşeret Kaideleri” idi kitabın adı. Her ikisi de köy yaşamından şehir yaşamına geçiş için hazırlıklar yapılması gerektiğinin bilincindeydiler. “Köy başka, şehir yaşamı başka” diyordu Mustafa. “ Harun, oturdukları mahalleden bir gecekonduyu takibe aldım, diye yazmıştı ama, gecekondu da olsa şehir yaşamıydı. Örf ve adetler, yaşam biçimi farklı olmalıydı. Üstelik bizi tanımayan insanların arasında yaşayacağız. Onun için, önceden ne öğrensek yararlı olacak diye düşünüyorlardı. Ayşe de Nazlı’ya aldıkları kitapları okuduğunda, bir ölçüde de olsa aile olarak bir hazırlık yapılmış olacaktı.” * * * Şehirden dönerken görünmüştü Mustafa. Komşular; “n’oluyor, sık sık şehre gitmeler, hayrola?” gibi sorular yöneltmekteydiler. Kararlarını kimseye açıklamadıkları için geçiştiriyorlardı. Şehirde tanıdık iki kişinin kapısını çalmıştı Mustafa. “Bana Ankara’ya giden kamyon lazım, yardımcı olabilir misiniz?” Demişti. Onlardan birisi berber olduğu için,”dükkana gelenlere sorarım, bazıları yarım yük alarak bu gibi eşyalarla tamamlıyorlar, merak etme bulunur,” demiş de rahatlatmıştı. Daha dün Ankara’dan gelen mektup tüm aileyi heyecanlandırmış, Sonra da Mustafa erkenden şehre gitmişti. “Sözünü ettiğim evi tuttum, çabuk gelmeye bakın,” diyordu Harun. Onlar da götürebilecekleri eşyaların bir listesini yapmışlar, şimdi iş, yüke göre kamyon bulmaya kalmıştı. “Bunlar kolay işler değil,” diyordu Mustafa. “Haydi gittin, yerleştin diyelim, perdesinden, evin durumuna göre gerekli olan eşyaları almazsan olmaz. Ev kira, şimdilik iş yok. Hazıra dağ olsa dayanmaz. Gerçi Harun, iş konusunu çabuk hallederiz, Pazar yerinde iş rayına oturuncaya kadar, benim tezgahın yanında sana da bir tezgah açarız olur biter diyordu ama!.. Velhasıl işimiz biraz zor. İşin rast gelsin derler ya, tam o noktadayız.” “Ayşe, sen komşulara durumu anlat artık. Bakarsın kamyondan haber gelir, apar topar gitmek olmaz.” Annesi ile de konuşmuştu Mustafa. “Ben Ankara’ya şimdilik gitmeyeyim oğlum, şükür elim kolum tutuyor, kendimi idare ederim. Allah izin verir yaşarsam bakıma muhtaç olduğum zamanlar olacak, o zaman ilgilenirsiniz benimle,” demişti. “Sen bilirsin anacığım, istediğin yerde kalabilirsin, benim gidip gelmem eksik olmaz, sıkışınca komşulara iki satır bir mektup yazdır, ben hemen gelirim,” yanıtını verdi. Ankara’ya taşınma kararından beri ikisinin üzerine adeta çöken kaygı, zaman zaman dozunu artırarak heyecan yaratıyordu. İkide bir ağırlığını hissettiği bu duyguya karşı tepkisi sevgili eşine bakmak oluyor, sık sık göz göze geliyorlardı. Tedavi gibiydi bu eylem. Gülen gözlerin derinliklerinden kopan ışık kümesi duygularını okşayarak yumuşatıyor, başka alemlere taşıyordu. Sık sık ve doya doya güzel eşini kolları arasına alması yaşama yeniden başlamaktı. Moral kaynağı idi ailesi, güç kaynağı. Evlendiklerinden beri sürekli beslenen bir kaynak. Mustafa çocukluk özlemini bire bir yaşarken Ayşe Kız da, daha genç kız iken kendine verdiği sözü bu güne kadar aksatmadan yürütmesine seviniyordu. Her ikisi de, birbirinden habersiz, sevgiden beslenen bu mutluluğu sonuna kadar sürdüreceklerine kaçıncı kez söz verdiklerini unutmuşlardı. * * * Şoför mahallinde geçen ve uzun süren bir yolculuktan sonra Ankara girişinde bekleyen Harun’u da alarak tek katlı, bahçe duvarları ile çevrili evin önünde durmuştu kamyon. Ayşe Kız ilk olarak dikkatle inceledi evi. Belki de, bundan sonra yaşayacakları bir mekandı incelediği! Ya da zihninde şekillendiremediği bir kavramın somutlaşmasının etkisindeydi!.. Tekrar kamyonun yanına geldiğinde taşıma işi başlamıştı bile. Karı koca her ikisi de, Harun’un emeğinin karşılığının ezikliği ile mahcup ve yeni mahallelerinde acemi tavırlarıyla tedirgin bir görüntü sergiliyorlardı. Bu hal üç gün sürmüştü. Bu sürede gereksinme duyulan eşyalar alınmış ev, ilk görüntüsünü üzerinden atmıştı. İçerisindeki ağaçları ile bahçenin durumu en çok Ayşe’yi sevindirmiş, Bahçe ile ilgili ne planlar yaptığını Mustafa’ya söylememişti. Birkaç gün sonra Nazlı dahil tüm ailenin mutlu hali herkesin dikkatini çekmiş, ev hoş geldine gelenlerle dolup taşmıştı. Ayşe kız’ın güzelliği karşısında tekrar tekrar bakanı mı ararsın, güzelliğini dile getirerek üzerine basa basa dillendireni mi ararsın, ilginç karşılama sahneleri yaşanmıştı. En sessiz ve göze batmayan konumda olanı Nazlı idi ve bu süre içerisinde her olup biteni meraklı gözlerle izlemişti. Mustafa ise sürekli çevreyi ve insanları incelemekle meşguldü. Anında oluşan ya da beklettiği soruları Harun’a soruyor, soru soruyu üretiyordu. Aradan bir hafta geçmeden Harun Mustafa’nın elinden tutarak çekmeye başladı. “Takip et beni” diyordu. Mahalle bakkalının önünde durarak, “bak burası bakkalınız, ihtiyaçlarınızı buradan alacaksınız, gel bir de içeriden inceleyelim, bakkalla da tanışmış olursun,” dedi. Bir gecekondunun sokağa bakan odasından kapı açılmış, bakkal oluşturulmuştu. Raflar, tezgah her taraf sanki üst üste malzemelerle doldurulmuştu. Balon, sakız, bisküvi kutuları v.b. akla gelen her şey vardı burada. Bakkal yaşlı bir amca idi. Orta boyu, ak sakalı, sürekli gülen yüz görünümü ile çok sevimli bir insan olarak algılandı Mustafa tarafından. Sağı solu incelerken de Harun’un bakkal ile fıs fıs bir şeyler konuştuğunu görmüştü. O güne kadar köyden getirdikleri yiyecekler tükendiği için bakkal ile tanıştırmakla iyi etmişti Harun. Bir taraftan da bakkal ile ne konuştuklarını merak etti. Tekrar elini tutarak Mustafa’yı dışarı çıkarttı ve eve doğru yöneldiler. Ayşe Kız, bakana güzel görünen, iştah kabartıcı bir yer sofrası hazırlamış, “hemen oturun!” diyerek davet etmişti. Sofrada, sohbetin tadıyla yemeğin tadı birbirine karışmış üçü de ne yediklerinin farkında olmadan bir hayli doldurmuşlardı midelerini. Harun, “öff çok yedik” diyordu. Ayşe Kız’ın, “çay koysam içersiniz herhalde?” sorusuna itiraz eden olmadı. Harun, “çayı ateşe koy çabuk gel” diyerek Mustafa’ya anlamlı ve gülerek bir bakış gönderdi. İkisi de minderlerinin üzerine oturduktan sonra merakla Harun’un gözlerinin içerisine bakıyorlardı. * * * “Sana, iyi yürüteceğine inandığım bir iş kuruyoruz Mustafa.” Anında bakışlar Harun’a yöneldiğinden, şöyle bir duraksayıp, odadakilerin gözlerine bakmıştı. “ Ne işi bu?” Sözü Ayşe kız’ın ağzından çıktı. “ Bakkal işi dedi.” Her ikisinin ağzından “bakkal işi mi,” sözleri aynı anda çıkmıştı. “Becerebilir miyim?” diyordu Mustafa. “Merak etme, ben onları da düşündüm. Pazarlık sonrasında bakkal amca bir hafta daha çalışarak öğretecek sana. 15 gün ya da bir ay süreli olsa bu iş iyi olurdu diyeceğim ama yaşlı adam. İşinden memnun olmasına karşın yaşlandığı için satıyor dükkanı. Siz gelmeden önce satış işini biraz ertele de biz alalım dedim, senin hatırın için olur demişti.” Haa, unutmadan söyleyeyim, Malların tamamını faturalar üzerinden hesaplayacağız.” Odaya çöken sessizlik esnasında Mustafa ile Ayşe Kız göz göze gelmişler, her ikisi de bakışlarındaki ışıktan anlaşmışlardı. “ Sağ ol Harun.” Dedi Mustafa. “O aşamalardan sonra işi kapar, ondan sonra da en iyi şekilde yaparım.” Harun, “ yarın öğleden sonra başlayacağız devir işlemlerine.” diyerek gitmek için kalktı… Bütün malların tespiti ve fiyatlandırılması iki gün sürmüştü. Yaşlı bakkal amca ile çok güzel bir çalışma yaptılar. Sakızından, iğneye kadar bir bir yazdılar. Mevcut para yeterli gelmiş hatta, bir miktar da artmıştı. O parayla mal almak lazım diyordu Mustafa. Bir ara, “birlikte çalışırken bakkal amcanın deneyiminden yararlanırım” diye düşündü. Akşam eve geldiğinde kapıda kendisini karşılayan karısına anahtarı göstermesi, mahallenin sevinç çığlıkları ile dolmasını sağlamıştı. Eşinin, kendi kendisine verdiği, “iyi anne ve iyi eş” sözü bu kez Mustafa’da “iyi esnaf” inancı ve azmiyle yaşayacaktı. * * * Gece zor geçti, Uyku tutmamıştı bir türlü. Göz kapaklarını içeriden iten bir nesne varmış gibi hep zorladı kapatmak için. Sabaha karşı uykuya dalıvermekten korktuğundan yataktan çıktı. Anahtarı aldı, önünü seçemediği sokaktan geçerek dükkana ulaştı. Işığı yakıp yerleştirmeye başladı. Sayım esnasında Amcayı hiç boş bırakmamış, sorduğu sorularla bunaltmıştı. En çok satanlar, ara sıra talep alanlar ve dükkanda bulunsun amacıyla bulundurulanlar olarak sınıflandırarak, dükkan içerisinde işlerliği ve ulaşılabilirliğini de düşünerek yerleştirme işlemini başlatmıştı. Aradan ne geçti bilmiyordu, dalmıştı. Bir korna sesiyle kendine geldi ve hemen dışarı çıktığında da ekmek arabasının kapıya yanaşmış olduğunu gördü. Şoför, “abi hayırlı olsun” diyerek kasaları süratle indirip, ardından da 200 ekmek bıraktığını söyleyerek uzaklaşmıştı. Onları da yerleştirerek, düşüncelerini tekrar işe yoğunlaştırdı. Dükkanda gazete de satmak istediğini bakkal amcaya açmış,”iyi de güvence parası yüksek” yanıtını almıştı. Ona göre ikinci bir yol vardı satmak için o da; satıcı kârına ortak olmak isterse en yakında olan satıcı ile anlaşılabilirdi. Birkaç kuruşu geçmeyen satıcı kârı yarı yarıya bölüşülecekti. Razıydı Mustafa. Amacı gazete satışı esnasında müşterinin başka alış verişlerde bulunmasını sağlamaktı. Anlamlı bir etkinlik olacaktı. Hem, kendi evine de günlük bir gazete almayı istiyordu. Konuşmuşlardı bu konuyu. Ayşe Kız, “Nazlı’ya da okurum, birlikte okuruz,” demişti. Uzak değildi satıcı. Kapıya bir not düşerek bakkal amca ile birlikte gittiler. Kârının azlığı bir tarafa, bu satışla ilgili günlük yapılması gereken bir sürü işlemler vardı; iade gazeteler gibi. İş Mustafa’ya düşüyordu, çok çalışmalıydı. * * * Gazeteler de erken geliyor, günlük süt, ekmek de olunca, erken saatlerde bu işleri bir düzene koyarak, zamanı kullanmış oluyordu. Bakkal amcanın en önemli uyarısı bakkal defteri üzerine idi: “ Tahsil edilmeyen alacak kalmaz ama geç olur. Zaten bakkallar küçük kârlarla iş yaparlar, sen tut bir de geç öde, ne yapar bakkal o zaman? Bir söz vardır; sermayeyi kediye yüklemek diye. Onun için defter alacaklarını iyi izle ve deftere yazdıranları da bir an önce tanı!” Demişti. Mustafa alacak defterini sık sık açarak kayıtlı olanların isim ile adreslerini okuyor, aklında tutmaya çalışıyordu. Dükkan, düzenli bir yerleşime kavuşmuş, dış ve iç görünümden izleyen herkeste iyi bir izlenim bırakır olmuştu. Mustafa özellikle müşteri ilişkilerine dikkat ediyor, ayırım yapmadan güler yüzlü tavrı ile hizmet ediyordu. Boş zamanlarının ikinci meşguliyeti gazete okumaktı. Evine gönderdiği gazete, tarafından okunmuş olarak gidiyordu. O günlerde gazeteler okuyucularına “promosyon” adı altında, ansiklopediler, kitaplar ve her türlü kullanılabilen eşyaları kupon karşılığında vermekteydiler. Mustafa’nın aldığı gazete de 25 kupon karşılığında “DOST KAZANMAK VE İNSANLAR ÜZERİNDE TESİR YAPMAK” adında “Dale Carnegie” tarafından yazılmış kitabı veriyordu. Çok sevinmişti buna. Memleketten aldıkları “Adabı Muaşeret Kaideleri” kitabını eşi ile dikkatli ve yorum yaparak okumuşlar hatta, zaman zaman değerlendirmelerde de bulunmuşlardı. “Bu kitap da, İyi bir müşteri ilişkisi için yararlı olacak” diyordu kendi kendine. Günlük satışlar Mustafa’ya göre iyiydi. Her satılan maddeyi bir listeye yazdığı ve uygun zamanlarda alış fiyatı üzerinden kârını hesapladığı için kazancının iyi olduğu kanısındaydı. Her akşam yemekten sonra da Ayşe Kız’a rapor veriyor ayrıca onun görüşünü de alıyordu. Ayşe Kız, “hesabın yanlış olabilir çünkü içerisinde kira, nakliye gibi giderler yok” demişti. Haklıydı. Harun’la konuşmaya karar verdiler. * * * “Bak isteyince oluyormuş, gelinebiliyormuş, artık onlar gelmeden gitmek yok demiştim kendime.” Çayları içerken ilk sözü bunlar oldu Harun’un. “İşin zor, zaman kısıtlı ama bu kadarcık da keyfiniz, kendinize ayırdığınız zaman olsun.” “İşler nasıl Mustafa?” “İyi iyi, bana göre iyi. Şimdi sana rapor edip görüşünü alacağım.” Harun’un yanına geçerek anlatmaya başladı. Harun olumlu anlamda başını sık sık salladığına göre görüşü de öyle olmalıydı. O gece geç saatlere kadar akşam ziyaretinde kaldılar. Harun durumdan memnundu ve Mustafa’ya şunları söyledi: “Mustafa, gün be gün daha çok çalışmaya ve kazanmaya bak ki, işler yerinde saymasın. İleride birlikte ne işler yapacağız seninle, aklın durur…” Odadakilerin son sözler dikkatlerini çektiğinden hep birden Harun’a baktılar. “Bakın şu ara bakkalcılık idare ediyor diyebiliriz ama ileride süpermarketler gittikçe yaygınlaşacağından iş yapılamaz duruma gelinecek, o zamandan biraz önce satmak gerekecek. Ne iş yapacağız diyorsanız, o büyük mağazaların içerisinde yürüteceğiz işimizi.” “ Ne işiymiş bu?” Diye sordu Ayşe Kız. “Aynı iş” dedi Harun. “Yani gıda üzerine. Bakın anlatayım; O süpermarketlerin içerisinde stant yani bölüm kiralayacağız. Mesela,”Anadolu Gıda Maddeleri” bölümü. Nasıl düşündüğüm isim güzel mi? Bir iki güzel sözü yükselmişti. Harun sözlerini sürdürüyordu: “ Meyve ve sebzelerden ben sorumlu olacağım, diğer gıda maddeleri de Mustafa’ya sorulacak.” Harun neşeli ve kararlı tavırlarla anlatıyordu. “ Devire ayak uydurmak ve yaptığın işi sürekli geliştirmek zorundasın. Yoksa, kaybolur gidersin.” Geleceğe ilişkin planları bunlarla sınırlı değildi. “Bakın memleketi ekmek parası için terk edip yabancı elleri yurt edindik ama unutmak yok öyle. Biliyorum ki, sıla özlemi içerisindesiniz. Merak etmeyin orada da yeniden kuracağız düzenimizi!..” Herkes pür dikkat dinliyordu Harun’u. Son cümlesine nasıl der gibi kulak kabarttılar. Harun devam ediyordu. “Köyümüzde takıntımız var, sen ananı merak edip duruyorsun. Merak etme! Anana kavuşacağın gibi sattığın mallarına da kavuşacaksın.” Bu kez Mustafa “nasıl?” demişti. “O büyük süpermarkette hangi ürünleri satacağız sanıyorsun? İçerisinde bizim ürünler de var tabii… Ne demek der gibi bakıyorsun. Şu demek sen çok çalışmaya ve sermaye edinmeye çalış, diğer işler kolay.” Konu, herkesi heyecanlandırdığı için, konuşmalar da uzadıkça uzadı. “İki kişi çalıştırdın mı, her işi gösterirsin. Hele bir de sigorta yaptır, koştura koştura çalışırlar. İki kişi ne iş yapacak diye sorabilirsiniz. İş çok, ambalajlamadan tut da pekmez yapımına kadar uzanır. Zamanla daha çok işçi çalıştırmak gerekecektir. Sanayi kuracağız Mustafa. Biz el ele verdikten sonra yapamayacağımız iş yok, bunu böyle bil!.. Yineliyorum, bu planları uygulamaya koyuncaya kadar birkaç yıl ciddi ciddi çalışacağız, o kadar.” O gece farklı yaşanmıştı. Herkesi heyecanlandıran bir amaç belirlenmiş, sorumluluklar da ortaya konulmuştu. Geç vakit dönebildiler evlerine. * * * Mustafa’nın motivasyonu o günden sonra artmış, daha çok çalışmak için, yapılacak yeni işler yaratmaya başlamıştı. Müşterilerle ayırım yapmaksızın daha çok ilgileniyor, güler yüzü bir an bile düşmüyordu. Boş zamanlarını bir süre meşgul eden bir konu vardı ki, hiç aksatmadan yürüttüğü konu idi: Gazete okumak. En azından günün olaylarının başlıklarını mutlaka gözden geçiriyordu. Ayşe Kız da, nasıl bir hevesle başlamışsa okumaya, Nazlı ile günlük çalışmalarını eksiksiz yürütüyordu. O günlerde okudu haberi. Her gün ara vermeden topladığı kuponların karşılığı kitabın teslimine başlanmıştı. Bir fırsat yaratıp gazetesini sattığı bayie giderek aldı kitabı. İlk fırsatta da şöyle bir inceledi. Kendi işini ilgilendiren bölümleri işaretledi. Daha ilk sayfasında; “Bu kitabın size temin edeceği oniki şey” ana başlığının devamında gelen alt başlıklardan üçünün altını çizmişti: …..”6- Yeni müşteriler bulmanıza yardım edecektir. ….7- Kazanç kudretinizi çoğaltacaktır. … 8- Sizi daha iyi bir iş adamı ve satıcı yapacaktır.” Mustafa çok mutlanmıştı. “İşte aradıklarım” diyordu. Kitabın 71. sayfasında geçen şu cümlenin altını çizmeden edemedi: “Başkaları ile alakadar olmak sayesinde iki ay içinde dostlar kazanırsınız. Başkalarının sizinle alakadar olmalarını beklerseniz iki yıl içinde bir tek dost kazanamazsınız.” Akşamları ve sabahları Mustafa’nın koltuğunda bir kitapla gidip geldiğini dikkat edenler görmüşlerdi. Akşam yemeğinden sonra, gündüz boş zamanlarında okuduğu bölümleri Ayşe Kız’a anlatıyor, sonra da birlikte okumayı, zaman zaman değerlendirmeler yaparak sürdürüyorlardı. O günlerde mahalleli semt pazarına gider, meyvesini sebzesini alır, gıda maddesi gereksinimini büyük oranda mahalle bakkalından karşılardı. Böyle olunca da bakkal esnafı kazanmaktaydı ve iyiler arasında sayılıyordu. Mustafa’nın dükkan ise hem iyi iş yapıyor hem de, kazancı gün be gün artan bir çizgide seyrediyordu. Mustafa’yı daha iyi kazanmak konusunda hırs basmıştı. Harunlarda geçirdikleri o geceden sonra da, daha çok geliştirmek konusunda akıl yürütme, yeni bir şeyler yapabilme düşüncesine odaklanmıştı. O nedenle sevmişti yeni kitabını. Tekrar tekrar okumayı düşünüyordu. Harun da ziyaretlerini artırdığından her gelişi iş görüşmesi üzerine oluyor, “gıda ile uğraşanın işi kötü olmaz,” diyordu. * * * Aradan tam dört yıl geçti. Çalışma, bir anlamda koşuşturma yıllarıydı bunlar. Yaptıkları zorunlu işlerdi hep. Rutin olanlara yeni eklenenler olmuştu. Aileye bir kız çocuğu daha katılmış, şu anda üçüncü sınıfta okuyan Nazlı okula başlamıştı. Daha çok da Ayşe Kız’ın işleri artmıştı diyebiliriz. Ama o her işi öğrendiği gibi insanın içine sindirir nitelikte yapıyordu. Nazlı’nın velisi olmuş, arada bir öğretmeni ile görüşmeyi ihmal etmemişti. Öğretmeni yere göğe sığdıramıyordu kızını. Adını Nihal koydukları ailenin en küçük ferdinin, ablasını örnek alacaktır düşüncesi çok sevindiriyordu Ayşe Kız’ı. Dükkan tarafında da işler çok iyi gitmiş, satışlar bu süre içerisinde artış gösterirken Mustafa, veresiye defterinin kapağını çok nadir olarak açar olmuştu. Sonra ödemeli alış veriş yapanlar da en geç ikinci ay içerisinde yükümlülüklerini yerine getiriyorlardı. “Sen doğrusunu yaparsan işin de doğru çizgide akacaktır,” diyordu Mustafa. derken de gözünün önünden ayırmadığı kitabına takılmıştı bakışları. Harun, ziyaretine geldiği bir gün Mustafa’ya, “Gazete ilanından okudum yeni bir süpermarket açılacakmış, görüşmeye gideceğim de seninle konuşmak için geldim,” dedi. “Görüş tabi” dedi Mustafa. “Koşullarını bir öğrenelim yeniden görüşürüz. Kafama yatarsa o işleri yürütmem için pazarcılığı bırakacağım.” “Birlikte değerlendiririz, olur.” Aradan üç gün geçmeden yine geldi Harun. “ Bölümün alt yapısını patronlar biz yapacağız” dediler. Metrekare olarak cüzi bir kira ile kârın yarısını istiyorlar. Tespit kasada olacak. Depolarını kullanabileceğiz, kilometre usulü araçlarından da yararlandıracaklar Önceden yapılacak sözleşmede bu konular yer alacak kuşkusuz. Onun dışında mal temini bizim işimiz olacak.” İki arkadaş uzun uzun işi en ayrıntısına kadar görüştüler. “Ben kendi kendime bir hesap yaptım” diyordu Harun. “İşimiz marketin iş yapmasına bağlı. Ayrıca bizden bir sermaye istemedikleri için elimizde para olacak. Bu çok önemli. Eşit olarak ortaya koyacağımız ana para ile işimizi zenginleştirmemiz mümkün. Kesin kararı verelim, önceden konuştuğumuz gibi ben köye giderim, projemizi uygulamaya başlarız.” “Ben dükkanı ne zaman satılığa çıkaracağım?” Dedi Mustafa. “Kesin karardan sonra hemen çıkarabilirsin herhalde!” * * * Köye gitti Harun. İlk önce Mustafa’nın annesini ziyaret etti. Sağlıklı idi anne. Oğlunun bu haberine sevineceğini düşünerek kendisi de sevindi. Daha sonra, Mustafa ile konuştukları gibi önceden sattıkları bağlarının ederi konusunda ağız araştırması yaptı. Tanıdığı ve kişiliğinden emin olduğu iki kişiyle konuşarak, ileride köyde yapacakları etkinliklerde görev alabilecekleri konusunda söz aldı. Onlarla birlikte köyü bir ucundan diğerine dolaşarak kiralanabilecek ev baktılar. İki adet halen kullanılmamakta olan evlerin sahipleri ile konuşarak gelecekte evlerini kiraya verebileceklerini öğrendiler. Her göz damının avluya baktığı evlerdi bunlar. Harun döner dönmez Mustafa’ya uğramış, konuşuyorlardı. Annesi ile ilgili habere çok sevindi Mustafa. Diğer haberler de iyiydi. Gelecekle ilgili yeni fikirleri değerlendirdiler, eskileri yineleyerek kuvvetlendirdikten sonra Harun, “ben gidiyorum, patronlarla görüşerek sözleşmeyi konuşmalarımızın ışığında hazırlamalarını isteyecek, bunu çözümledikten sonra Pazar işlerini sonuçlandırmak için belediyeye gideceğim, en kısa zamanda uğrarım,” dedi. Mustafa, dükkanda bulunan tüm malların listesini hazırlamaya devam edecekti. * * * Sözleşmeyi imzalayıp doğru Mustafa’ya koşmuştu Harun. “Müjde müjde” diyerek sevinç ve heyecan karışık, coşkulu da denilebilecek bir görüntü veriyordu. Sözleşmeyi kendisi ve vekâletini aldığı Mustafa adına imzalamıştı. Mustafa da mutlu idi. Yeniden gelişen olayları değerlendirdiler ve Harun vakit kaybetmeden köye gideceğini, vekâletname ile her bir gereği yerine getireceğini bildirdi. Üzerinde marketin adının büyük harflerle, ayrıca adresinin de yazılı olduğu boy boy büyüklükte naylon torbalardan yüzlerce alacağını, Otomatik ambalajlama yapabilmeleri için şirketin makine vereceğini, ileride ise, Üretilen pekmezin konulması için yine üzerinde etiket bulunan plastik ve cam şişelerin verileceği sözünü aldığını söyledikten sonra ayrılmıştı. Onun yokluğunda Mustafa da bakkalı satılığa çıkaracaktı. Gerçi müşteri hazırdı ama, alış veriş bu, belli mi olurdu! Harun, önceden belirlediği evlerden birisini, olayı bir daha değerlendirerek kiraladı. Adı kira idi. Terkedilmiş bir mekan olduğundan kira bedeli çok düşüktü. Önceden konuştuğu tanıdık hemşerileri ile de bir kez daha görüşmüş, yevmiye üzerinden anlaşmışlardı. Kaç gün çalıştılar, alacaklardı günlüklerini. Daha sonra Mustafa’nın ve kendisinin sattığı bağlarını da fazla uğraşmadan geri aldı. Bağlara iyi bakmışlardı. Siyah üzüm salkımları sallanıyordu çubuklardan. Akşamüzeri anlaşma sağladığı hemşeriler ile bir toplantı yaptı ve yapılacakları bir bir anlaşılacak şekilde açıkladı. Ve bu konuda madde madde yazdığı bir kağıdı da teslim etti. “ Yarın başlıyoruz,” diyordu Harun. İlk önce evin bir elden geçirilmesi gerekecekti. Bir usta ile anlaşmalarını söyledi. Ayrıca pekmez zamanına kadar pekmez yapımında kullanılacak leğen, kap kacak v.b. temin edilmesi için köylülerle görüşülmesi gerektiğini tembihledi. Köyde pekmez yapımı birkaç yıldır tavsadığı için söylediği eşyalar kolayca bulunabilirdi. Bu görevleri verdikten sonra köylüye, “Güz mevsiminde kuru üzüm, nohut, kuru fasulye gibi yiyeceklerin satın alınacağının haberini de iletmelerini” istedi. “Benim ve Mustafa’nın Ankara’ya gidiş gelişimiz eksik olmayacak, siz bu işleri takip edecek ve üzüm hasadına kadar bağ ile ilgili işleri yapacaksınız,” diyerek köyden ayrılmıştı. * * * Bakkal istedikleri fiyata satıldı. İki arkadaş patronlarla görüşmek için doğru süpermarkete gittiler. “İyi bir sermayemiz var, yerinde kullanmalıyız,” diyordu Harun. Ambalaj torbalarını, ambalajlama makinesini alarak doğru köye gitmeleri gerekiyordu. Pekmezin kaynatılıp ambalajlanması için epey bir zaman vardı. İşlerini halledip ilk otobüse yetişmek için acele etmeleri gerektiğinin ikisi de bilincinde idiler. “İşe sen hâkimsin, ayrıntıları sen daha iyi biliyorsun ama, market açılsın umarım seneye uygun bir araç alabiliriz?” “Alırız Mustafa, işimizi geliştirmek için ne yapılması gerekiyorsa yapacağız. Sen merak etme! Yeter ki, bu güne kadar olduğu gibi dostluğumuz sürsün, gelecek için şu kadar kaygım yok.” Malzemelerin tamamını bagaj parası ödeyerek otobüse verdiler. “Bizim evde kalırız” diyordu Mustafa. Öyle de yaptılar. Annesinin sevinci görmeye değerdi. Dönüp dönüp kucaklıyordu Mustafa’sını. Sabah erken kalkarak kiralık evi denetlediler. “Tamam bu kadar olur,” diyordu Harun. Kahvehanelere uğrayarak alacakları gıdaların fiyatlarını tek tek açıkladılar. Ankara’da iken marketleri dolaşıp satış fiyatlarını saptamış ve bir liste yapmışlardı. Alış fiyatları onun üzerinden hareket ederek ortaya çıkmıştı. Sabahleyin eşeklere yüklenmiş olarak geliyordu ürünler. İlk günün hareketini dikkate alarak, ambalajlama işinde çalıştırılmak üzere iki kadınla anlaştılar. Makineyi kurmuşlar ve etkinlik başlamıştı. Bir ara oluşan boşluktan yararlanarak geri aldıkları üzüm bağına gitti Mustafa. Sattığı ve unutamadığı o son günde durduğu noktaya gelerek aşağıdan yukarıya inceledi çubukları. Bu kez, soğuk bir çizginin üşüttüğü yanaklarına gülücükler oturmuştu. Hiç böyle olacağını düşünmemişti. İçsel bir şaşkınlıktı yaşadığı… Ve mutluluğun bir çeşidi. Bir hafta kaldılar köyde. Gıda çuvalları üst üste konulmuş, biraz yavaş yürüyen ambalajlama işi devam ediyordu. Bir kamyonetle anlaşarak satın aldıklarını yükleyip Ankara yoluna koyuldular. Bir hafta sonra süpermarket için görkemli bir açılış yapılacaktı. * * * Ankara milletvekillerinin tamamı gelmişti açılışa. Miting yapılacakmış gibi bir kalabalık toplanmıştı. Konuşmalar yapıldı, kurdeleler kesildi ve süpermarket açılmış oldu. Sebze ve meyveler hal bağlantılı olarak alınmıştı. Müşteriler Harunların bölümü beğendiklerini dile getirmişlerdi. İlk gün satış oldu, bizimkilere göre çok satış olmuştu ama böyle bir mağaza için ölçü nedir bilemediler. Günler yoğun bir çalışma temposunda akıp gitti. Mağaza yönetiminden eleman takviyesi isteyerek sıra ile köye gidip geldiler. Bağ bozumu sırasında iyi salkımlar seçilerek avgınlara kurutulmak için serildi. Kalanlar pekmez yapımına ayrılırken, evin avlusunda kurulan üç ocakta mayalandırılmış şıra ile dolu leğenler kaynamaya başladı. Amaçlanan pekmez üretimine ulaşabilmek için pahalı olmayan fiyat üzerinden üzüm alımı yapılıyordu. Bütün bunlara paralel olarak yürütülen bir işlem vardı ki, ilk leğenin ateşten indirilmesi ile başlatılmıştı; ambalajlama işlemleri… Yıllar benzer iş ve çalışma şekliyle akıyordu. İki ortak da işlerinden, aile yaşantılarından memnundular. Pürüzsüz yürüyen bir ortaklık, uzun yıllar birlikte yürütülen işlere karşın giderek değerlenen, arkadaşlıktan dostluğa dönüşen beraberlik… Mustafa da, Harun da paylaşmadıkları bu olguyu zaman zaman kendilerince sorgulamışlar ve harcının SEVGİ olduğu kanısına varmışlardı. Dillendirilmeyen bu oluşum, onları göz göze getiren parlak bakışların rengindeki canlılıkta saklıydı. MEHMET ATILGAN Mart - 2015 |
2022 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |